Ana içeriğe atla

'Gülün Adı' Roman İncelemesi


 

                                        

                                                                                                                    

        Umberto Eco tarafından 1980’de kaleme alınan Gülün Adı, XIV. yüzyılda İtalya’da bir manastırda geçiyor. Ortaçağ skolastik düşüncesini gözler önüne seren roman, göstergebilimden faydalanılarak yazılmış. Manastırda bulunan Hristiyanlık tarihinin en büyük kütüphanesine herkesin girememesi, girenlerin de istediği kitabı okuyamaması bilime ve fikirlere ambargo uygulandığını açık bir şekilde gözler önüne seriyor:

 “Bu yasak bilgiler yeri, birçok kurnazca buluşla korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan çok gizlemek için kullanılıyor. Hoşuma gitmiyor bu. Kitaplığın kutsal savunmasına sapık bir kafa egemen.” (Gülün Adı, s. 616).

Romanda saklanan bir kitap uğruna 7 gün içinde işlenen cinayetler sarmalıyla karşı karşıya kalıyoruz.

        Postmodern roman tarzının güzel bir örneği olan romanda her daim kaos hakim. İşlenen cinayetlerle alakalı ipuçlarını paylaşan Eco, gerçeğe okuyucuyla beraber ulaşmayı hedefliyor. Roman kimilerine göre Borges ile Conan Doyle’ı bir araya getirmeyi başaran bir başyapıt. Eco romanı yazmaya karar verdiğinde bir rahibin kitap okurken zehirlenmesi fikrinden yola çıktığını ve eseri yazarken Ortaçağ ile alakalı birçok eser okuduğunu dile getiriyor. Kitabın başlığının ise tamamen şans eseri ortaya çıktığını vurgulayan Eco kitaba ilk olarak ‘Suç Manastırı’ adını vermiş. Fakat daha sonra bu adın romanı sadece suç ve polisiye haline getireceği düşüncesiyle adını değiştirmiş.

"Gülün Adı fikri hemen hemen rastgele geldi aklıma; hoşuma da gitti, çünkü gül öylesine anlam yüklü, simgesel bir nesnedir ki, neredeyse artık hiçbir anlamı yoktur; gizemli gül ve bir gül güllerin yaşantılarını yaşamıştır, iki gülün savaşı, bir gül bir güldür, bir gül bir güldür, bir gül bir güldür, gülhaçlar, olağanüstü güllerin güzellikleri, mis gibi kokan taze gül. (…) Bir kitabın adı fikirleri karıştırmalı, onları bir araya toplayıp düzene sokmamalıdır.” (Gülün Adı, s. 700-701)

         1327 yılında İtalya’da bir manastırda geçen ve cinayet soruşturmasını anlatan Gülün Adı çok katmanlı bir yapıt. Ortaçağ Hristiyan dünyasını incelemesi açısından tarihsel bir roman olan eser, aynı zamanda polisiye öykü tadında okuyucuyu meraklandırmayı başarıyor.

1314 yılında Bavyeralı Ludwig Frankfurt’ta beş Alman prensi tarafından tahta geçirilirken, Main’de aynı mevkiye Avusturyalı Frederick getirilir. Böylece aynı tahta oturan iki kral ile çift başlılık ortaya çıkar. İki imparatorun savaşı Ludwig’in zaferiyle sonuçlanınca imparator, Papa XXII Ioannes tarafından aforoz edilir. Bunun sonucunda Ludwig Papa’yı sapkınlıkla suçlar. Fransisken Tarikatı, İsa ve havarilerinin yoksul olduğunu ve bu nedenle kilise ve papazlarında bu düsturu benimsemesi gerektiğini savunur. Papa bu durumdan hoşlanmaz bu sebeple imparator Fransiskenlere özellikle yakın durur. Romanda İtalya’nın kuzeyinde bulunan bir kilisede cinayet işlenir. Eski bir sorgucu rahip olan William ve çömezi Dom Adso, olayı araştırmak üzere görevlendirilir. William manastırda araştırma yapmak için bazı yetkiler alır fakat kitaplığa girmesi yasaktır. Kütüphaneci rahipten başka hiç kimsenin giremediği kitaplıkta bazı kitapların sapkın ve yalan bilgiler içerdiği için diğer rahipler tarafından okunması yasaklanmıştır.

        Ortaçağda kilise bilginin kaynağı olarak görülüyordu. Manastırlarda çeşitli milletlerden yüzlerce araştırmacı kitap çevirileri ve araştırmalar yapıyor, bilgiye ve kitaba ulaşmak için seyahat ediyorlardı. Manastırlar Hristiyan dünyasının en büyük kitaplıklarını elinde bulunduruyor; Araplar ve diğer milletlerle kitap sayılarını karşılaştırıyor, onların çokluğuyla övünüyorlardı. Bu dönemde Arapça ve Yunanca gibi birçok dilden eser tercüme ediliyordu. Fakat romanda kütüphaneye yalnızca kütüphanecinin girdiğini ve araştırmacıların her kitabı okuyamadığını, bilginin gizlendiğini görüyoruz. Sorgucu William manastırda yaşanan cinayetlerin bazı tutkular sonucu gerçekleştiğini düşünüyor, bunların başında öğrenme tutkusu geliyor:

“Kendilerini yazmaya ve okumaya adamış olan bu insanlar için, kitaplık hem Kutsal Kudüs kenti hem de bilinmeyen ülkeyle ölüler ülkesi arasındaki sınırda yer alan bir yeraltı dünyasıydı. Onları, vaatleri ve yasaklarıyla kitaplık yönetiyordu. Onunla birlikte, onun için, belki de ona karşı yaşıyorlardı; suçlu suçlu, günün birinde onun tüm gizlerine ermeyi umarak. Zihinlerinin takıldığı bir şeyi öğrenmek uğruna ölümü; birisinin, kıskançlıkla korudukları bir gizi öğrenmesini önlemek için öldürmeyi niçin göze almış olmasınlar?” (Gülün Adı, s. 264) Ortaçağ’da bilim dili Latinceydi. Gerçekleştirilen icatlara büyük bir merak vardı. Gülün Adı’nda William’ın kullandığı merceklere çoğu kişi ilgi gösteriyordu. William Adso’ya labirentte yollarını bulmak için kuzeyi gösteren bir aletten bahsettiğinde, pusulanın yapılışını bir Arap bilim adamından duyduğu şekliyle aktarır. Yine labirentin mimarisini çözerken matematikten faydalanırlar ve İbn Rüşd’den alıntı yaparak: “Yalnız matematik bilimlerde, bizce bilinen nesneler mutlak olarak bilinen nesnelerle özdeşleştirebilir.” der William. (Gülün Adı, s. 306) Rahiplerin o dönem pahalı olduğu için kullanamadıkları keten kağıdı Arap dünyasında sıkça kullanılıyordu.

         Gülün Adı’nda karşımıza çıkan meselelerden biri; Hristiyan kilisesinin yozlaşması. Kilise o kadar güçlü bir durumdaydı ki rahipler krallarla yarışır hale gelmişlerdi. Manastırlar ellerindeki bilgiyi; onur, övünme ve saygınlık dürtüsü olarak kullanılıyordu. Hatta ne büyük tezattır ki bilimde önderliği yitirdikten sonra bunu daha çok yapıyorlardı. Katedral okulları, kent loncaları, üniversiteler manastırdan daha iyi ve daha çok kitap kopyalıyor, yeni kitaplar üretiyorlardı. Kitapta manastırda meydana gelen birçok felaketin nedeni olarak da bu görülmektedir. Kiliseler toplumdan yalıtılmış durumda olmakla saygınlık ve gücün dokunulmazlığını koruyorlardı. Kilise yeni bilgi üretse, saygınlığını yitireceğinin ve katedral okulu ya da kent üniversitesinden ayırt edilecek bir durumlarının kalmayacağının farkındaydı.

        Kitapta karşımıza çıkan bir diğer mesele ‘basit insan’ problemidir. Roger Bacon’a göre basit insanlarda çoğu zaman geniş kapsamlı, genel yasalar ortaya çıkarma çabaları içinde yiten, okumuşlarda olmayan bir şey vardır. Fakat William’a göre Bacon’un hesaba katmadığı nokta; basit insanların yaşantılarının yabanıl ve denetlenemez sonuçları olduğudur. Bacon basit insanların temel gereksinimleri için yeni ve büyük bir girişim içine girilmesini ve bu görevi kilisenin üstlenmesini savunur. Fakat William’a göre artık işler değişmiştir, bilim insanları manastır ve katedrallerin dışında hatta üniversitelerin bile dışında yetişmektedir. Örneğin 14.yy’da İtalya’nın en büyük filozofu rahip değil, laik biridir.

         Gülün Adı’nda, insanın mutlak özgürlüğünü mutlak bir tanrı yoluyla elde edemeyeceğine dair bir düşünce işlenmektedir: “Tanrının özgürlüğü bizim hüküm giymemiz ya da en azından gururumuzun hüküm giymesidir.” (Gülün Adı, s. 616)

Kitapta pozitivist bakışın anlatı içerisinde eleştirildiği bölümler vardır.

“Oxford’daki hocaların sana, yüreğinin geleceği kestirme yetilerini kurutarak mantığı putlaştırmayı öğrettiler” (Gülün Adı, s. 90).  20 - 21. yüzyıl düşünürleri; özellikle I. Dünya Savaşı’nın insanlık üzerinde bıraktığı vahşeti gördükten sonra; pozitivizmi, özne-nesne ikiliğinin ortaya çıkmasına sebep olmakla eleştirmiştir. Romanda büyük bir göstergesel ağ vardır. Bu durum romanda şu sözlerle ifade edilmektedir:

“O zamana dek, her kitabın nesnelerden söz ettiğini sanırdım; kitapların dışında kalan insancıl ya da kutsal nesnelerden. Şimdi kitapların oldukça sık başka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konuştuklarını fark ediyordum” (Gülün Adı, s. 363).

        Kitapta Burgos’lu Jorge karakteri olarak tanıdığımız keşiş Ortaçağ’da kilisenin bilime karşı tavrının sembollerinden biri olarak karşımıza çıkar. William’la gülmek konusunda ciddi tartışmalar yaşayan Jorge’a göre gülmek; “..korkuyu öldürür ve korku olmadan inanç olmaz. Şeytan korkusu yoksa, Tanrıya ihtiyaç kalmaz.” Kütüphaneden sorumlu olan ve uğruna pek çok cinayetin işlendiği gizemli elyazmasının, Aristoteles’in Poetika’sının ikinci cildinin daima çok yakınındadır. Kitaplığın tam kalbindeki kör Jorge göremediği için hiç izlemiyormuş hissi verip aslında her yerde elyazmasının peşine düşenleri takip etmektedir. Jorge kitabı herkesten saklar çünkü bu kitabı yazan filozof Hristiyanlığın yüzlerce yıllık birikimini yok etmiştir.

“…dünyanın imgesini altüst etti (Aristoteles). Ama Tanrı’nın imgesini altüst etmeyi başaramadı. Eğer bu kitap yoruma açık bir duruma gelecek olursa, son sınıfı da aşmış olurduk.” (Gülün Adı, s. 649)

Gülün Adı’nda Jorge felsefeye duyduğu nefret yüzünden Hristiyanlık dünyasının en büyük kitaplığını yaktı. Jorge Aristoteles’in ikinci kitabından korkuyordu çünkü belki de o kitap kölesi olmayalım diye tüm gerçeklerin yüzünü nasıl değiştirebileceğimizi öğretiyordu. William’a göre belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir.

Sonuç

Umberto Eco Gülün Adı’nda tarihsel bir dönemi kurmaca bir dünya ile birleştirir. Zaman olarak yedi günü anlatırken konu olarak oldukça zengin bir yelpazeyi ele alır. Ortaçağda Hristiyan Kilisesinin lüks ve konfor içinde halktan uzaklaşmış bir halde olduğunu anlatan Eco, cemaatler arası çekişmelere de yer verir. Kütüphanelerin bilgiyi sunmayıp sakladığını çok açık bir şekilde gözler önüne seren yazar, eserinde Kilisenin çarpık fikirlerini vurgular. Eco eseri için yazdığı açıklamada “Yazar, yazdıktan sonra ölmelidir. Metnin gidişini bozmamak için” (Gülün Adı, s. 695) der. Birçok dile çevrilen ve yüzlerce baskısı yapılan başyapıt, “stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus” (Adıyla var bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde) sözleriyle son bulur.

 

 

 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dilruba Evleri Mazluma Yuva Oluyor

  “Ölüm Seni Bulana Dek İyiliğe Devam Et” sloganıyla insani yardım alanında hizmetler veren Hatice Dilruba, kurduğu Dilruba Evleri Yardımlaşma Derneği ile pek çok insana umut oluyor. Hizmetlerine Bursa’da kendi evinde yaşlı bakarak başlayan Hatice Dilruba kurduğu dernek ile kompleks bir yapı olan yaşlı bakım evi ve uyuşturucu madde bağımlıları için ekolojik bir köy olan “İnsanlık Köyü” nü kurmuş. Yalnızca yapılan bağış ve yardımlarla varlığını devam ettiren Dilruba Evleri Yardımlaşma Derneği, son olarak Suriyeli mültecilere barınma imkânı sağlayan Akçakale’de bir konuk evi inşa etmiş. Kimsesiz yaşlılara, uyuşturucu madde bağımlılarına, kadınlara, engellilere, yetimlere adeta bir yuva olan dernekte Hatice Hanım bu kurumlarda yaşayanların her biriyle tek tek ilgilenerek ihtiyaçlarını karşılıyor. Burada sosyolog ve psikologların önderliğinde terapi olan insanları tekrar hayata kazandırmayı hedefleyen Dilruba, İnsanlık Köyü’nde kadınlar için bir kooperatif kurarak el emekleriyle geçimleri

27 Mayıs 1960 Darbesi’nde Basın

                                                                                                                                                        Esmanur Tuna [1] Özet: Bu çalışmanın amacı 27 Mayıs 1960 Darbesi’nde basının rolü ve etkilerini araştırmaktır. Bu konuda ki araştırmalar basının darbeye etkisi alanında zayıf kalmıştır. Bu bağlamda 27 Mayıs darbe sürecinde basının oynadığı etkin rol ve cunta ile yakın ilişkisi mercek altına alınmıştır. Makalenin ilk bölümünde genel olarak basının durumu tartışıldıktan sonra ikinci bölümde darbe sürecinde gazetelerin oynadığı rol incelenecektir. Gazeteler darbeyi şenlik havası içinde karşılarken cuntacı askerlerden bazı özgürleşme sözleri almışlardır. Bu çalışma her koşulda tarafsız kalması gereken basının darbe gibi istisnai durumlarda isteyerek veya istemeyerek taraf olduğunu göstermek ve bu alanda yapılan tartışmalara kaynak olmayı hedeflemektedir. Anahtar Kelimeler: 27 Mayıs 1960 Darbesi, basın, medya, özgürlük, sansür, gazete,