Ana içeriğe atla

İslamofobi


Anahtar Kelimeler: islamofobi, birlikte yaşama, asimilasyon, entegrasyon, avrupalı Müslümanlar, çoğulculuk-farklılık, ırkçılık, Türko- fobi

 Özet: Bu makalede gerek tarihten gelen korkuları ve gerekse son yıllarda yaşanan terör olaylarını, Müslümanlara karşı var olan ön yargıları ve artan islamofobiyi incelemeyi hedefliyoruz. Bu önyargıların sebebi Müslümanların kendi kimlikleriyle Batı toplumlarının sosyal yaşamı içinde bulunmaya çalışmalarıdır. Makalemizde islamofobinin tarihsel gelişimi ve günümüze kadarki süreci incelemeye çalışacağız. Son dönemde ortaya çıkan ve Batı’nın alışık olmadığı yeni ve fakat zorunlu bir birlikte yaşama problemine dikkat çekmeyi hedefliyoruz.

            İslamofobi kelimesi 1990’larda kullanılmaya başlanmıştır. “İslamofobi: Hepimiz İçin Bir Tehdit başlıklı 1997 Runneymede Raporu, dönemin İngiltere İçişleri Bakanı Jack Straw tarafından başlatıldı. Bu rapor, İslamofobiyi “İslam ve Müslümanlara karşı, Müslümanlara olumsuz ve aşağılayıcı kalıplaşmış düşünce ve inançlar ima eden bir dizi kapalı görüşler tarafından işlenmiş iğrenme, nefret ve düşmanlık” olarak tanımlanmıştır.”

         “İslamofobi İslam ve Müslümanlara yönelik yaygın korkudur. Yani tam Türkçesi ile İslam korkusu. İslam korkulacak bir şey değildir fakat insan tanımadığı şeyden korkabilir. Çünkü insan yabancısı olduğu şeyden korkar, hatta bir tehdit olarak gördüğü için düşmanlık bile besleyebilir.”

         “İslam’ın ortaya çıkışından itibaren tarihin, Doğu ve Batı ya da Müslüman Dünyası ve Hıristiyan Dünyası (Christendom) olarak kurgulanan iki dünya arasında askeri, siyasi, ekonomik, dini ve sosyo-kültürel çekişmelere sahne olduğu bir gerçektir.” “İslamofobinin-İslâm karşıtlığının tarihini, “Batı aslında İslâm’dan mı yoksa Müslümanlardan mı korktuğu” yönünde bir tartışma da yaparak, son ilahî vahye dayanan din olarak İslâm’ın zuhûruna kadar götürülebilir. İslâm’ın “son din”, Kur’an’ın “son ilahî mesaj” Hz. Peygamber’in de “son peygamber” olarak gönderilmesi, dönemin pek çok Yahudi-Hıristiyan din adamlarınca İslâm’ın bu iddialarını kendilerince boşa çıkartmak amacıyla polemiklerin yazılmasına ve bu meyanda birçok İslâm karşıtı-İslamofobik iddianın ileri sürülmesine yol açmıştır.”

          “İslam’ın/Müslümanlar’ın Hıristiyanlar için yeni bir dini-siyasi düşman haline gelmesi; Bizans kontrolünde buluna gelen Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmının Miladi yedinci ve sekizinci yüzyıllarda İslam hâkimiyeti altına girmesiyle söz konusu olmuştur. 732’de gerçekleşen ve Hıristiyanların ‘işgalci’ Müslümanları yendiği Poitiers harbi, günümüzde Avrupa tarihi açısından hâlâ en hayati savaş olarak değerlendirilmektedir. Bu savaştan sonra sekizinci yüzyıl papazı olarak Isadore Pacensis, bu savaşta Müslüman ordularını yenen Hıristiyanların yeni kimliğini tanıtlamak amacıyla Europenses (Avrupalılar) terimini icat etmiştir. “Kılıç dini” ve “öteki düşman” olarak İslam, hem Hıristiyan dünyanın hem de çağdaş Batı’nın kolektif kültürel şuur-altında derinlemesine yer etmiş görünmektedir.”

“Tarih içerisinde Endülüs İslâm Devleti, Haçlı seferleri gibi sebeplerle özellikle İstanbul’un fethinden sonra pekişmeye başlayan İslâm-Müslümanlara yönelik korku, dönemin Batılı önde gelen din adamı ve yazarlarınca, sürekli canlı tutulmuş, özellikle Kanuni döneminde Osmanlı’nın Avrupa içlerine ve Viyana’ya kadar ilerleyişi ile birlikte Müslümanları kastederek”  Türk korkusu - Türkfobi” şeklinde, doğrudan etnisiteye vurgu yapmayan, siyasî-dinî (teo-politik) bir mahiyet arz etmiştir. Dolayısıyla iki padişah Fatih ve Kanuni, Avrupalı zihinlerde etkisi bugüne kadar devam eden travmalara sebep olmuş padişahlardır. Batıda günümüzde biraz da diktatörlüğü ima edecek tarzda kullanılan “sultan” ifadesi genelde bu iki padişaha atıf yapar. İtalyanların korkunç bir şeyi ifade etmek ya da çocuklarını korkutmak için kullandığı “Mamma li Turchi!” (Anneciğim! Türkler geliyor) ifadesi de bu korku ve travmanın çarpıcı bir dışavurumu olsa gerektir. Dönemin din adamı ve düşünürleri teolojik olarak, “Müslümanların-Türklerin Tanrı’nın kendilerine yönelik bir cezası” olduğu anlayışını Avrupalı zihinlere kazımaya çalışmıştır.”

Modern dönemde İslamofobi kelimesinin ilk kez kullanımı bu yüzyılın başlarına kadar gider. “Her ne kadar İslamofobi terimi ilk olarak oryantalist Etienne Dinet tarafından 1922 tarihli bir makalesinde kullanmış olsa da, Müslümanların Batı Avrupa’da karşı karşıya kaldıkları ayrımcılığı tanımlamak için konuşma dilinde ancak 1990’larda kullanılmaya başlanmıştı.”“Batı’da, ırkçılığın mahiyetinin “etnik-ırksal üstünlük” anlayışından “kültürel üstünlük” anlayışına kaymaya başlamasının bir yansıması olarak “İslâm-Müslümanlar Batı’nın düşmanıdır” diye ifade edilebilecek algı ve söylemler paralelinde bu kelime dolaşıma girmiştir. Bu anlamda ilk olarak 1997 yılında, eksik de olsa, İngiliz düşünce kuruluşu Runnymede Trust’ın yayımladığı rapor-kitapta tanımlanmıştır. Buna göre “İslamofobi, İslâm’a yönelik kurumsal olmayan düşmanlık ve dolayısıyla müslamanların tümünden veya pek çoğundan hoşlanmama-korkma ve nefret etme hali”ni tanımlar. Bu rapor-tanımla İslamofobi, siyasi ve kamusal tartışmalarda nispeten yerleşik bir kavram haline gelmiştir.”

 

“Bugün tüm dünyada çok yaygın bir düşünceye göre İslamofobi, 11 Eylül 2001 sonrasında ortaya çıkmış yeni bir fenomendir. Bu düşünce, anti-İslamizmin Batı tarihinde geçmişe giden derin köklerini inkar etmekle kalmıyor, aynı zamanda 11 Eylül’den bağımsız olarak var olan ırkçı ve İslamofobik eğilimlerin varlığını da görmezlikten gelmektedir. Yetmişli yıllara kadar Batı’da geleneksel olarak var olagelen önyargılar bir ölçüde ortadan kalkmış gibi görünse de, İslamofobi marjinal bir kesim (özellikle aşırı sağcı ve ırkçılar) tarafından ifade ediliyordu. Avrupa’daki ‘yeni’ İslamofobinin tarihinin göç tarihiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu konunusunda bir uzlaşma var gibidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’e kadar olan ilk döneminde Müslüman göçü, Avrupa’da geçici bir olgu olarak görüldüğü için Müslümanlar karşısında ciddi bir düşmanlık ve nefret söz konusu değildir. Hatta tam tersine ‘konuk işçilik’ döneminde Avrupa’da Türk ve Arap işçiler kötü koşullarda çalıştırılan zavallı insanlar olarak karşılanmıştır. Müslüman göçü, göç veren ülkeler tarafından değil, göç alan ülkelerin ihtiyaçları tarafından belirlendiği için ilk işçi göçmenler düşmanlıktan ziyade, günümüzde pek de rastlanmayan, ‘konukseverlik’le karşılanmışlardı. Yetmişli yılların başında resmen durdurulmasına karşın göç kaçak işçigücü ve aile birleşimi gibi nedenlerden dolayı fiilen devam etmiştir. Buna rağmen, bu yasal olmayan göçe karşı o yıllarda yalnızca aşırı sağ ve ırkçı çevreler tarafından cılız sayılabilecek bir direniş gösterilmiştir.”

“İslamofobinin paradigmatik bir değişim gösterdiği, İslâm karşıtlığına evirilerek İslâm ve Müslümanlara yönelik dinlerinden dolayı ayırımcı-ayrıştırıcılığın belirgin olarak öne çıktığı olay-tarih, 11 Eylül 2011’de New York’ta meydana gelen hadisedir. Bu olay, kavramda yer alan “korku”nun, günümüzde de olduğu gibi, İslâm-Müslüman karşıtlık ve düşmanlığına, Müslümanlara yönelik ırkçılığa varan ayırımcılığa evirildiği aşamadır. Nitekim bu tarihten sonra İslâm ve Müslümanlar, öncesine göre şiddet ve terör ile daha ziyade anılır olmuştur. Bu tarihlerden itibaren İslamofobi konusunda, terim, tarihî gelişim, sebep-sonuç ve günümüzde ayırımcılık ve hatta bazı araştırmalarda “kültürel ırkçılık” diye nitelenen ve aşağıda bu açıdan pek çok kitap, rapor ve makale kaleme alınmıştır.

Tabiatıyla bu araştırmalarda muhtelif arka plan, bakış açıları ve hedeflerin de bir yansıması olarak İslamofobinin rölatif olarak farklı tanımları ortaya çıkmıştır. İslamofobi araştırmaları ile öne çıkan Hollanda’lı araştırmacı Ineke van der Valk ise İslamofobiyi şöyle tanımlamıştır:

“İslâm ve Müslümanlar hakkında tarihi-sosyal şartlarda oluşan ve birtakım olgular, etiketlemeler, imajlar, semboller ve metinler sayesinde negatif anlam kazanan bir ideolojidir.”

Bu açıdan bakılırsa İslamofobi, İslâm’ın Batı ile ortak bir değerinin olmadığı, Yahudi-Hıristiyan, Greko-Romen ve humanist bir medeniyet zeminine dayanan Batı’dan daha aşağı olduğu, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan farklı olarak bir inanç ve maneviyat olmaktan ziyade, bir siyasi ideoloji olduğu, Müslümanların gayr-i Müslimlere yönelik şiddet eğilimine sahip dini fanatikler olduğu, demokrasi, eşitlik ve hoşgörüden yoksun oldukları yönündeki bazı kalıp yargıların kabulü anlamına gelmektedir. Bu yönüyle İslamofobide “indirgemeci-redüksiyonist” bir tutum da söz konusudur.”

“Xenophobia yani yabancı düşmanlığı, Yunanca ‘xenos/yabancı’ ve ‘phobos/korku’ kelimelerinden oluşmakta ve ‘yabancı korkusu’ anlamına gelmektedir. Korku, zamanla düşmanlığı da beraberinde getirdiği için yabancı korkusu kavramının yerini ‘yabancı düşmanlığı’ kavramı almıştır. Bu kavrama ait iki boyuttan söz edilebilir. İlk olarak korku duyulan grup genellikle toplumun ayrılmaz bir parçası olarak görülmemektedir. Yabancı kişi, fiziksel, etnik veya kültürel özellikleri itibariyle ‘farklı’dır. Yabancı düşmanlığı ise farklı olana duyulan antipatidir. İkinci olarak, buradaki temel endişe, yabancı etkilerin saflığı bozacağı şeklindedir.”

“Batı’da İslamofobi alabildiğine tırmanıp tehlikeli boyutlara-açıktan düşmanlık ve saldırı boyutuna gelirken diğer yandan da İslâm dünyasında Amerikan ve Batı karşıtlığında yükselme gözlenmiştir. Dolayısıyla İslamofobi artık Müslümanlara yönelik bir hoşgörüsüzlük, temelsiz korku, ayırımcılık, nefret söylemi olma eşiğini aşarak yer yer eylem düzeyine geçmiş okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fizikî saldırılarda kendini gösteren somut bir düşmanlık halini almış ve Müslümanlar “kabul edilmeyen öteki” konumuna ge(tiri)lmiştir. Bu durum İslamofobinin, düşünce-kabul, söylem düzeyinden eylem ve fizikî saldırı aşamasına ulaşmış olduğunu gösterir. Bu itibarla İslamofobi ile alakalı son raporlara göre eğitim, istihdam, medya, siyaset, yargı ve internet gibi farklı alanlarda Batı’da İslamofobi bir önceki yıla göre ciddi artış göstermiştir.

Üstelik bu artış sadece İslâm ve Müslümanlar hakkında yanlış bilgilendirilen ve ekonomik durumu kötüye giden işçi sınıfı veya orta sınıf ile sınırlı kalmayıp, özellikle eğitimli ve seçkinler arasında da yükselmektedir. Buna göre Müslümanlar hem içeride hem de dışarıda düşman olarak görülmekte, ötekileştirilmekte ve Müslümanların kendileri ile eşit haklara sahip vatandaşlar olmadıkları kabulü yaygınlaşmaktadır. Bu ise Batı’da İslamofobinin olağanlaştığı-normalleştiği, “Müslümanların Hitler dönemi Yahudileri konumuna itilmeye çalışıldığı” bir döneme girildiğinin göstergesidir. Bu ortamda derin bir güvensizlik ve düşmanlık ortamı Müslümanlara yönelik fiziksel saldırılar ve siyasî kısıtlamalara olanak sağlamakla kalmamakta, ayrıca bu yapılanlar normalleştirilerek savunulmaktadır. Tabiatıyla bu bir yandan Batı’da-Avrupa’da yabancı, göçmen ve İslâm-Müslüman karşıtı “aşırı sağ”ın güçlenmesine yol açarken diğer yandan da kendilerini dışlanmış-ötekileştirilmiş-izole edilmiş hisseden bir kısım Müslümanlar –özellikle de gençler- arasında radikal-entegrist eğilimlerin artmasına ve neticede DAEŞ türü örgütlere destek verilmesine yol açabilmektedir. Bazı meslekler için tesettürün, kamuda nikabın ve bazı Avrupa şehirlerinde minarelerin yasaklanması ya da Müslümanların ifade özgürlüğünü kısıtlayan diğer tüm düzenlemeler bu tespiti doğruluyor. Charles Taylor’un ifade ettiği üzere, Batı ülkelerindeki çoğulculuk-çok kültürlülük tartışmaları İslâm ve Müslümanlar hakkında yapılan bir tartışma haline gelmiş ve “çok kültürlülüğün bittiği” tezleri dillendirilmiştir. Neticede ise keskin, genellemeci-monolitik-homojen bir tutumla Doğu-Batı dikotomisi gerek Müslüman gerekse Batılı zihinlerde alabildiğine oluş(turul) muştur.”

“Sosyal bilimci Schifauer’in yaptığı, ‘dindar bir Müslüman’ın Alman parlamentosuna seçilmesi gerekir’ tarzındaki teklifi, dikkate değer bir öneridir. Buradaki dindar Müslüman nitelemesi önemli bir vurgudur. Çünkü bugüne kadar Avrupa ülkeleri, İslamofobiden kaynaklanan sorunların çözümü olarak kendi kafalarında çizdikleri İslam imajını yansıtan “ılımlı İslam”ı öne sürdüler. Bu ılımlı İslam’a göre, İslam bir kültür değil, soyut şeyler, düşünce sistemleri ve evrensel kabullere dayanan bir dindir. Kültürel bir boyutu yoktur. Böyle bir İslam algısı ise İslam’ın sosyal bir düzen içerdiği ve bir dünya görüşü sunduğu gerçeğini dikkate almaması gibi nedenlerden dolayı Müslümanların çoğunluğu tarafından kabul görmemektedir.”

“Irkçılık-kültürel ırkçılık olarak anılmaya başlanan İslamofobinin, bu yönde gayret ve çağrılara rağmen, “anti-semitizm”de olduğu gibi, hukuki-kanuni bir statüye kavuşamamış olması, Batı’daki Müslümanların en önemli problemleri arasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu problemin çözümü için başta İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT-OIC) olmak üzere, Müslüman ülke ve kurumların, İslamofobi ile ırkçılık-kültürel ırkçılık arasındaki, son yıllarda bazı çalışmalarda belirgin olarak öne çıkmaya başlayan, ilişkiyi bilhassa vurgulamaları elzemdir.”

Kaynaklar

Bilici, Mucahid. Uluslararası Katılımlı 1. İslamofobya Sempozyumu, Merak Yayınları, İstanbul, 2013.

Buehler, Arthur. “İslamofobi: Batı’nın “Karanlık Tarafı’nın Bir Yansıması” . AÜİFD, LV, 2014, s.123 – 140.

Er Tuba –Ataman Kemal, “İslamofobi ve Avrupa’da Birlikte Yaşama Tecrübesi Üzerine”, UÜİFD, II, 2008, s. 747 – 770.

Esposito John l. – Kalın İbrahim, İslamofobi, İstanbul: İnsan Yayınları, 2015.

Hıdır, Özcan. “İslamofobi – Irkçılık - “Kültürel Irkçılık” İlişkisi”, Ombudsman Akademik Dergisi,            VII, 2017, s. 23 – 49.

 

 

 

 

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

'Gülün Adı' Roman İncelemesi

                                                                                                                                                                        Umberto Eco tarafından 1980’de kaleme alınan Gülün Adı, XIV. yüzyılda İtalya’da bir manastırda geçiyor. Ortaçağ skolastik düşüncesini gözler önüne seren roman, göstergebilimden faydalanılarak yazılmış. Manastırda bulunan Hristiyanlık tarihinin en büyük kütüphanesine herkesin girememesi, girenlerin de istediği kitabı okuyamaması bilime ve fikirlere ambargo uygulandığını açık bir şekilde gözler önüne seriyor:   “Bu yasak bilgiler yeri, birçok kurnazca buluşla korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan çok gizlemek için kullanılıyor. Hoşuma gitmiyor bu. Kitaplığın kutsal savunmasına sapık bir kafa egemen.” (Gülün Adı, s. 616). Romanda saklanan bir kitap uğruna 7 gün içinde işlenen cinayetler sarmalıyla karşı karşıya kalıyoruz.         Postmodern roman tarzının güzel bir örneği olan romanda her daim kaos hakim. İşlenen cinay

Dilruba Evleri Mazluma Yuva Oluyor

  “Ölüm Seni Bulana Dek İyiliğe Devam Et” sloganıyla insani yardım alanında hizmetler veren Hatice Dilruba, kurduğu Dilruba Evleri Yardımlaşma Derneği ile pek çok insana umut oluyor. Hizmetlerine Bursa’da kendi evinde yaşlı bakarak başlayan Hatice Dilruba kurduğu dernek ile kompleks bir yapı olan yaşlı bakım evi ve uyuşturucu madde bağımlıları için ekolojik bir köy olan “İnsanlık Köyü” nü kurmuş. Yalnızca yapılan bağış ve yardımlarla varlığını devam ettiren Dilruba Evleri Yardımlaşma Derneği, son olarak Suriyeli mültecilere barınma imkânı sağlayan Akçakale’de bir konuk evi inşa etmiş. Kimsesiz yaşlılara, uyuşturucu madde bağımlılarına, kadınlara, engellilere, yetimlere adeta bir yuva olan dernekte Hatice Hanım bu kurumlarda yaşayanların her biriyle tek tek ilgilenerek ihtiyaçlarını karşılıyor. Burada sosyolog ve psikologların önderliğinde terapi olan insanları tekrar hayata kazandırmayı hedefleyen Dilruba, İnsanlık Köyü’nde kadınlar için bir kooperatif kurarak el emekleriyle geçimleri

27 Mayıs 1960 Darbesi’nde Basın

                                                                                                                                                        Esmanur Tuna [1] Özet: Bu çalışmanın amacı 27 Mayıs 1960 Darbesi’nde basının rolü ve etkilerini araştırmaktır. Bu konuda ki araştırmalar basının darbeye etkisi alanında zayıf kalmıştır. Bu bağlamda 27 Mayıs darbe sürecinde basının oynadığı etkin rol ve cunta ile yakın ilişkisi mercek altına alınmıştır. Makalenin ilk bölümünde genel olarak basının durumu tartışıldıktan sonra ikinci bölümde darbe sürecinde gazetelerin oynadığı rol incelenecektir. Gazeteler darbeyi şenlik havası içinde karşılarken cuntacı askerlerden bazı özgürleşme sözleri almışlardır. Bu çalışma her koşulda tarafsız kalması gereken basının darbe gibi istisnai durumlarda isteyerek veya istemeyerek taraf olduğunu göstermek ve bu alanda yapılan tartışmalara kaynak olmayı hedeflemektedir. Anahtar Kelimeler: 27 Mayıs 1960 Darbesi, basın, medya, özgürlük, sansür, gazete,